ENGELLİLİĞİN GÖRÜNMEYEN HARİTASI: İNSAN RUHUNA, TOPLUMA VE EĞİTİME YOL GÖSTEREN DERİN BİR ANALİZ
Engellilik, çoğu kişinin sandığı gibi yalnızca bireyin bedeninde ya da duyularında ortaya çıkan bir durum değildir. Asıl engel, bireyin fiziksel farkından çok, toplumun ona bakışındadır. Bu nedenle engelliliği anlamak; biyolojik bir gerçeği değil, sosyal bir yapıyı, psikolojik bir süreci ve insanın ruhunu aynı anda okumayı gerektirir. Özellikle günümüz dünyasında, üniversitelerin, eğitimcilerin ve akademisyenlerin bu çok katmanlı yapıyı anlaması hayati önem taşır. Çünkü engelli bireyin kaderini en çok değiştiren yerler, bilginin üretildiği ve insanın şekillendiği kurumlardır.
Her gün milyonlarca insan okula, işe, kampüse ya da hastaneye giderken engellilerin görünmez mücadelesi sessizce devam eder. Bir kaldırımın ortasına bırakılan dubanın, bozuk bir rampanın, yanlış planlanan bir sınıfın yahut işaret dili tercümanı olmayan bir hastanenin yarattığı engel, bireyin engeli değil; toplumun eksikliğidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün engelliliği birey ile çevre arasındaki etkileşimin bozulması olarak tanımlaması, bu gerçeği bilimsel temelde doğrular. Engellilik, bireyin sorunu değil; bireyin etrafında örülen engeller sistemidir.
Psikolojik açıdan bakıldığında, engelli bireylerin yaşadığı görünmez yükler çoğu zaman fiziksel engellerden daha ağırdır. Üniversitede asansörü bozuk bir binada ders kovalayan bir öğrenci, kampüste yönlendirme olmadığı için saatlerce yol arayan bir görme engelli, derdini anlatacak tercüman bulamadığı için hastanede bekleyen bir işitme engelli… Bunlar yalnızca “zorluk” değil, bireyin ruhunda derin izler bırakan mikro travmalardır. Bu travmaların ağırlığını anlamak, özellikle eğitimciler için vazgeçilmez bir sorumluluktur. Çünkü bir öğrencinin psikolojik dayanıklılığı, çoğu zaman toplumun ona sunduğu destekle doğrudan bağlantılıdır.
Ruhsal açıdan engelli bireyler her gün bir kavşaktan geçer: Görülmek ile yok sayılmak arasında. Bir öğretmenin bakışı, bir akademisyenin yaklaşımı, bir sınıfın düzeni ya da bir arkadaşın tutumu, bireyin kendilik algısını derinden şekillendirir. Bu nedenle eğitim, yalnızca bilgi aktaran değil; insanın ruhunu onaran, varlığını kabul eden ve ona yer açan bir süreçtir.
Tarih boyunca engelliliğe yüklenen anlamlar toplumların vicdan seviyesini yansıtmıştır. Bir dönem engellilik günah, kusur ya da ceza olarak görüldü; bu yaklaşım bireyi toplumdan soyutladı. Medikal model engelliliği hastalık gibi ele alarak tüm yükü bireyin bedenine yükledi. Sosyal model engelin toplum tarafından üretildiğini söyleyerek büyük bir zihinsel devrimin önünü açtı. Biyo-psiko-sosyal model ise insanı bütün yönleriyle ele alıp engelliliğin sadece bir tıbbi mesele değil, psikolojik ve çevresel bir süreç olduğunu ortaya koydu. Hak temelli yaklaşım ise engelliliği tamamen insanlık onurunun bir parçası olarak konumlandırdı.
Bu modeller, üniversitelerin ve eğitim kurumlarının neden kapsayıcı olması gerektiğini açıklayan en güçlü bilimsel temellerdir. Bir kurum engelliyi görmezse, aslında insanı da görmüyor demektir. Çünkü engellilik, toplumun merhamet duygusunu değil; adalet ve eşitlik anlayışını test eder.
Dünya ülkeleri bu testi farklı sonuçlarla vermiştir. Almanya’da görme engelli bir birey toplu taşımaya bindiğinde tüm sesli güncellemeler çalışır ve gerekirse evden eve refakat hizmeti sunulur. Amerika’da medya içerikleri düzenli erişilebilirlik standartlarına göre güncellenir. İskandinav ülkelerinde engellilerin kültüre ve sanata katılımı devlet tarafından desteklenir. Hollanda’da engelli bireylerin kariyer gelişimi için korumalı çalışma sistemleri uygulanır.
Türkiye’de ise büyük bir çaba olsa da sistem çoğu zaman gönüllülük üzerinden yürür. GETEM gibi merkezler görme engellilere içerik üretirken büyük ölçüde gönüllü emeğine dayanır. Birçok engelli birey cihaz, araç ya da protezini bağış kampanyalarıyla karşılamaya çalışır. Üniversitelerde erişilebilirlik artırılmaya çalışılsa da büyük bir kısmı hâlâ bireyin kendi mücadelesine bırakılmıştır.
Tüm bu tablo, engelliliğin yalnızca bireysel değil; toplumsal bir sorumluluk olduğunu gösterir. Özellikle üniversiteler, öğretmenler ve akademisyenler için bu sorumluluk daha da büyüktür. Çünkü değişimin ilk kıvılcımı, bilginin üretilip paylaşıldığı yerlerde yanar. Bir sınıftaki masa yüksekliğini ayarlamak, bir dersi sesli materyale dönüştürmek, sınav için ek süre sağlamak, kampüs haritasını erişilebilir düzenlemek… Bunlar küçük gibi görünen ama bir insanın hayatını kökten değiştiren dokunuşlardır.
Engellilik insanın eksikliği değil; toplumun eşitlik anlayışının aynasıdır. Bugün bir görme engelli bireyin bastonuyla yürürken kaldırıma park eden bir araç yüzünden yolun ortasına çıkmak zorunda kalması, bir işitme engellinin hastanede anlaşılmadığı için saatlerce beklemesi, ortopedik engelli bir öğrencinin merdivenler yüzünden eğitime erişememesi… Bunların her biri, sistemin bireye değil; bireyin sisteme uydurulmaya çalışıldığının somut göstergesidir.
Engelli bireyler yardım bekleyen değil; üreten, geliştiren, spor yapan, yazan, kodlayan, hayatı ilmek ilmek işleyen bireylerdir. Bir yüzme havuzunda madalya kazanan sporcu, bilgisayar başında kod yazan genç, sahnede müzik yapan sanatçı, sınıfta ders anlatan bir öğretmen, şiir yazan bir şair… Hepsi aynı gerçeğin sesidir: Engellilik bir eksiklik değil; başka bir var oluş biçimidir.
Bir ülkenin gerçek uygarlığı, engellisine verdiği değerle ölçülür. Eğitim kurumları bu değeri büyüten kalptir. Öğretmenler ve akademisyenler, engelli bir bireyin hayat yolculuğunda en güçlü rehberlerden biridir. Bir cümleniz, bir farkındalığınız, bir düzenlemeniz bir öğrencinin kaderini değiştirebilir.
Sonuç olarak engellilik, sadece bir toplumsal mesele değil; insanın vicdanını, ruhunu ve değerlerini sınayan bir insanlık imtihanıdır. Bu imtihanı geçmek için tek yol, baktığımız yerden değil; gördüğümüz yerden değişime başlamaktır. Eşitlik, adalet ve insanlık için…
Yorumlar
Kalan Karakter: